Alman solunun burnu Kafdağında
Bir süre önce birden bire şu düşünce beynime saplanıverdi: Vietnam savaşı bugün olsaydı, Vietnamlılar boşuna Batı’dan dayanışma beklerlerdi…
Bu noktaya nasıl gelinebildi? Artık ülkemiz medyası, Kiew’in faşist olmanın dışında hiçbir şekilde nitelenemeyecek ifadelerini en ufak bir duraksama göstermeksizin kabulleniyor. Buna karşı hiçbir ses yükselmiyor. Bunun dışındaki her konu daha önemli görünüyor. Herkes kör mü oldu? Nasıl olabildi de, kendi topraklarımızdan çıkacak, kendi hakim sınıflarımız tarafından yürütülecek bir savaşa belki aylar, belki de saatler kala, sanki görünürde hiçbir şey yokmuşçasına, namuslu vicdanın karşı çıkışını seslendirmeksizin öylece duruyoruz?
Birçok on yıllar boyunca süren sözümona barış tehlikeli önyargılar oluşturdu. Tarih sanki hep böyle tuzu kuru devam edermiş; dost ve düşman basit kriterlerle birbirinden ayrılabilirmiş; her zaman bir taviz olasılığı bulunabilirmiş; kapitalizmin itirazsız şekilde iktidarda olmasına karşın, insanlığın ilerlemesi yine de bir biçimde sürüyomuş. Tüm bu önyargılar derhal ait oldukları yerde dönüştürülmeli – çöpe atılmalı.
Gericilik itaatkâr bir şekilde perçemiyle, çuha pantolonu ve Tirollü şapkasıyla dolaşmıyor. Yeşiller partisinden Marie-Luise Beck’in yürekten sadık görüntüsüne bürünüyor, sosyal demokrat Steinmeier’in cümleleriyle konuşuyor. O asla boynunda yafta taşıyarak bize iyilikte bulunmayacak. Durumu dikkatle inceleyip bundan sonuşlar çıkarmaktan başka yol yok. Her seferinde yeni baştan.
Geçen aylarda, Ukrayna’da faşizmin söz konusu olmadığı kanısındaki çeşitli yazarlarla birçok kez çatıştım.
Bu arada Ukrayna’nın kurucu parlamentosunda, her açıdan Yetkilendirme Yasası (Ermächtigungsgesetz)(2) ile benzeştirilebilecek bir kanun taslağı yola çıktı (tamam, bu tek bir yasa değil, kararlar sinematografi yasası’nda değişiklik gibi çok sayıda yasa taslağı içinde paketlenmiş bulunuyor). Basın, Internet, iletişimin her türlüsü sansürlenebilir; devlet başkanı bir kararname ile partilerin çalışmasını yasaklayabilir; “ayırılıkçılık” şüphesiye mahkeme kararı olmaksızın mallara haciz konabilir. Bu diktatörlüğe yasal bir adımdır. Faşizm değil midir bu?
Aylardan beri cunta sıralarından konuşanların, hangi partiden olduğundan bağımsız olarak söyledikleri açıkça anlaşılıyor. Proschenko, ölen her Ukraynalı askere karşı yüzlercenin hayatıyla ödeyeceğinden söz etti. “Filitreleme kampları”ndan bahsedildi. Sivil halkın bölgeyi boşaltması için yapılan ateşkesle ilgili olarak, “ayrılıkçıların” ne silahlarını verdikleri ne de beyaz bayrak çektikleri için hiçbir ciddi adım atmadıkları söylendi… Bütün bunlar bir burjuva demokrasisinin kurallarına hiç ama hiç uymayan ifadeler. Bunlar arasında uygun olan tek tek cümleler bulmak içinse büyük zahmet gerekiyor. Faşizm değil mi bu?
Bu arada Donbass’da olanlar soykırımından başka türlü adlandırılamaz. Milislerin mevzilerinin bulunmadığı yerleşimler bile yerle bir ediliyor. Bilinçli olarak su, elektrik ve gaz temin eden altyapılara ateş ediliyor. Sadece üç
aydır süren içsavaş sırasında, atom ve biyolojik silahların kullanımı dışında, akla gelebilecek her türlü savaş suçu işlendi. Bu, Nazilerin Doğu Cephesi’ndeki yok etme savaşının yeni baştan uygulamaya konuşudur. Faşizm değil mi bu?
Alman hükümeti Kiew faşistlerini koşulsuz desteklemekten bir milimetre şaşmadı. Buna karşı hiçbir direniş de olmadı. Donetsk ve Luhansk’daki her iki halk cumhuriyetini bir yana bırakalım, cuntanın kurbanlarıyla da dayanışma gösterilmedi. Neden? Andreas Umland gibi tipler, Alman sol çevreleri, oradaki solların en beter sağlarla ortak çalıştığına inandırmayı başardıkları için…
Burada herhangi bir biçimde siyasal çalışma yapanların çoğu, acaip bir şekilde, Caritas gibi yapılarla işbirliği yapabiliyor. Caritas, Katolik Kilisesi’nin aşırı homofobik ve kadın düşmanı bir kuruluşudur. Buna karşın, nasıl oluyor da, Donezk ve Lugansk’daki komünistleri hayatta kalma mücadelesi verdikleri bir anda, homofobik ortaklarla birlikte çalıştıkları için eleştirmek meşru olabiliyor?
Kıstasları yeni baştan düzeltme ve bazı rahatsızlık verici gerçekleri söyleme vakti geldi.
Kazanılamayacak bir yarış
Alman solunun burnu Kafdağı’nda. Seksizmle, ırkçılık ve homofobiyle cessurca çatıştığı için. On yıllar boyu yenilgilerden sonra özgüveni için acilen gereksindiği zaferi bu alanlarda kazandığına inandığı için. Toplumun bu sayede daha iyileştiğine inandığı için.
Bu kötü bir yanılgıdır. Sadece bu alanların bir dizisinde rahatlıkla ispatlanabileceği gibi, elde edilen başarıların sadece, zaten burjuva özgürlüklerden yararlanan sınıflara ait azınlıklar için gerçekleşmiş olması nedeniyle değil. Sadece bir dizi azınlığın (örneğin tek başına çocuk yetiştirenler fakat aynı zamanda göçmenler) gerçek durumunun, maddi koşullarının aynı zaman süreci içinde ağır bir şekilde kötüleşmiş olması nedeniyle de değil. Hayır, en büyük sorun, bunların sadece sahte başarılardan ibaret olmasıdır.
Ekonomik sistemi sürekli olarak ve giderek daha çok eşitsizlik üreten bir toplum, çoğunluğun işbirliğini garanti altına almak için bir eşitsizlik ideolojisi yaratmak zorundadır. Kölelerin horlanmadığı bir kölecilik ve toprağa bağlı köylülerin aşağılanmadığı bir feodal efendilik sistemi yoktur. Proletaryanın ikinci sınıf haline getirilmediği bir kapitalizm de yoktur. Bu, apaçık şekilde tüm sınıfa yaygınlaştırılmak zorunda değildir. Şu sıralarda -örneğin Heitmeyer’de okunabileceği gibi- (3) değersizleştirme ve dışlama söz konusu olduğunda, “uzun sürekli işsiz” grubu oldukça önde gidiyor, müslümanlar da onu izliyor. Böylece bu oyunun sınıfsal karakteri açıkça kendisini gösteriyor. Fakat bunlar uzun saçlılar ve yeşil gözlüler de olabilirdi. Belirleyici olan, ikinci sınıf insanların varlığının eşitsiz bir toplumun kaçınılmaz sonucu olmasıdır.
Kapitalizm böylesi ayırımcı bir ideolojiye ihtiyaç duyduğu için, bir grubun ayırımcılığa karşı başarılı mücadelesinin tek bir sonucu olacaktır – onun hemen arkasından bir başka grup ayırımcılığa tabi tutulacaktır. Hiçbir yasal düzenleme, hiçbir ahlaksal kıstas bunu engelleyemez. Bu nedenle, mülksüzler sınıfının ağzını havaya açmakta olduğu gerçeği, ayırımcılığa karşı tüm yasalara karşın asla değişmeyecektir.
Aslında bu mücadeleler tavşanla kirpinin yarışından başka bir şey değildir. Ve bu yarışta sevgili asil Alman solcularımız coşkuyla tavşan rolüne bürünmektedirler.
Politika oyun değildir
1945’ten sonraki sükûnetin olağanüstü bir şey, kendine has bir ateşkes, kesinlikle normal olmayan bir durum olduğu artık yavaş yavaş anlaşılmalıdır. Yaklaşık iki yıl önce (“Weihnachten in Paris”te) bu sözde zaferlerde sistemin varlığını oranının görünmez hale gelmesi nedeniyle, eski Federal Almanya’daki çekilen külfet karşılığında elde edile başarı oranının algısında değişme olduğunu açıklamıştım. Aslında aklımda çok daha sert bir formülasyon vardı. Şöyle ki: Cumhuriyet’in batısındaki en küçük özgürlüklerin bile bedeli, Kızıl Ordu tarafından Moskova’dan Berlin’e dek ödenmişti. Tabii ödemede kullanılabilecek tek geçerli ödeme birimi karşılığında.
Yaklaşık 25 yıldan bu yana faturalarımızı yeni baştan kendimiz ödemek zorundayız ve sonuç tam bir felâket. Birleşmiş Almanya gerisin geriye eski emperyalist havasını buldu ve güneşteki yerine heves ediyor. İçerde sosyal Darwinizm, yani hakim sınıfın hükmettiklerine karşı nefretinin ideoloji haline getirilmişi, genel düşünce biçimi oldu. AB’nin diğer üyeleri de sanki 1942 yılındaymışızcasına, krizin sonuçlarının çöplüğü haline getirilip, yağmalanıyor.
Parlamenter politikanın ayinleri, sanki her an yaşamsal sorunlar varmışçasına toplumu aldatıyor. Ya açlık ya gıda maddeleri, yahut, ya yaşam ya ölüm, ya savaş ya barış. Bunlar sadece çatışmanın sınıfsal karakterini örtbas etmekle yetinmiyorlar. Reformist olanlar da içinde olmak üzere her iyileşmenin cesaretle, süreklilik ve kararlılıkla mücadele sonucu elde edilebildiğini ve küçük başarıların büyük başarılar için mücadele edenlerin çabalarından dökülen kırıntılar olduğuğunu da gözlerden gizliyorlar. On yıllar boyunca yayılan ilüzyona göre, politikanın medeni biçimde, yasalara riayet edilerek yapılan pazarlıktan ibaret olduğu, herkes için garanti edilmiş özgürlüklerin zaten mevcut bulunuğu, Avrupa’daki iç savaşın geçmişte kaldığı hayali yaygınlaştırıldı. Solcular da bunu çekirdeğiyle sapıyla yalayıp, yuttular.
Kapitalist sistemin sonul krizi Avrupa’da şimdilerde görüldüğü kadarıyla iki olası gelişim gösterebilir. Ya bu sistem, Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden başlayarak dönüştürülüp çöpe atılacak, ya da o işin çivisini çıkararak, dünyayı büyük bir savaşa sürükleyecek.
Hayır, AB emperyalist blokunun Almanya’da kırılabileceğine inanmıyorum. Almanya’nın son kez bir burun ilerde olduğu devrimci bir dönem 1525’te kaldı. Fakat artık kumda oyun kalıplarını bir köşeye atma, göz çapaklarını temizleme ve durumu ciddiye alma vaktinin geldiğine inanıyorum.
Kısa süre önce Leipzig’de Odessa katliamı üzerine bir sergiyle ilgili sert çatışmalar oldu. Bu tam bir sağ propagandaydı. Sözde hayatta kalanlardan orada bulunanlar kendilerini homofobik olarak ifade etmişler. Böylesi bir tartışmanın yapılmış olması bile dehşet verici. Bu iddiayı öne sürenler, tekrar bir mülteci barınağı yakıldığında, homofob olabilecekleri nedeniyle, ya da bir temizlik komisyonunun görüşüne uygun olmadıkları için mültecilere mesafeli durmayı önerebilirler. Burada kendisini gösteren sinikliğin boyutlarından ve siyasal çürümüşlükten daha ötesini bulabilmek zordur.
Aslınta tüm sol (bu ister komünist, isterse otonom olsun tümünü kapsar) öylesine derin bir savunma çukuruna düşmüş bulunuyor ki, kendi kendilerini haklı çıkarmak için öne sürdükleri (faydasız ve gereksiz) tartışmaların dışında hiçbir şeyin, hele hele dünya yüzünde olan bitenin farkında olmuyorlar.
Eşitlikçi bir toplum için öne çıkmak, kapitalizmin barbarca iktidarına son vermeyi istemek artık gurur duyulacak bir şey olmaktan çıkmış. Bunu çağrıştıracak bir şey bile ancak yüzlerce özür eşliğinde, geçmişteki ve gelecekteki hatalardan kendisini uzak tutarak ifade edilecek; aslında istenen sadece bir öneri sunmaktan ibarettir, terbiyelice, her türlü burjuva özgürlük tasavvurlarına son derece saygılı olarak ve saman çöpünü bile halel getirmeden. Bununla ortalığı velveleye veriyorlar, ama aslında ortada fol yok, yumurta yok.
Peki, bu arada dünya yüzünde neler oluyor? Belki şans eseri (o da tam belli değil) önemli ölçüde Almanya tarafından sürdürülecek bir dünya savaşının zincirlerinden boşanmasına ramak kala, yanından geçtik. Şans eseri ve son kalan kutup ayılarının kürklerine sarınan yamyamlar bile olsalar, teşekkür borçlu olduğumuz Donetsk ve Luhansk Cumhuriyetlerinin direnişleri sayesinde. Bizdeki tepki ise ancak köşeye çekilip utanmaya yetiyor.
Birçok argüman düşünmüştüm. Sovyetler Birliği’nden kalanların her iki cumhuriyette ne denli belirleyici olduğunun anlaşılması için; orada temsil edilen kuruluşların siyasal değerlendirmesinde gözönünde bulundurmak üzere. Çünkü, orada mesken hakkı, çalışma hakkı, hâttâ ekonominin kamu mülkiyetinde olması gibi konular, bizde toprağa bağlı köylülük tartışması kadar saçma kalıyor. Dahası, kalıntıların burada varılandan çok daha kapsamlı olduğuna dikkati çekmek isterdim. Sömürgecilere bağımlılık söz konusu olduğunda ulusalcılık yaftasının hiç de fayda etmediğini; insanlık sorununun eşitlikten ayrılamayacağını; her iki halk cumhuriyetindeki mücadelede siperin nereden geçtiğini, nasıl göründüğünü ve aslında ne kadar derin olduğunu (bu arada, konuşmaların içeriği için değil, sürdürülüş şekli nedeniyle Gorlovka’da iki Ukraynalı topçunun sorgulanmasını gösteren bir video tavsiye edecektim, karşı tarafın yorumu için de Bay Ljaschko’yu gözlemlemeye dikkati çekecektim. (Bkz:). Cepheler her zaman tartışmalar sonucu değil, belli koşullar altında somut olarak oluştuğu için, İspanya Cumhuriyeti’nin 1936’da destekçilerini düşünce imtihanına tutmadığını da anımsatacaktım.
Fakat bütün bunlar olayın asıl özüne değmeden geçip gidiyor. Çünkü sorun Donetsklilerin ve Luhansklıların neyi doğru, neyi yanlış yaptıklarında değil, asıl sorun burada, bizde.
Devrimci durumların anlaşılması her zaman zor olmuştur. Kurtuluş mücadeleleri her zaman aktuel, yerleşik sevgi ilişkileri üzerine değil, yerel koşullara uygun olarak kurulan bağlaşıklara dayanmıştır. Ve burada her zaman yanılma ve sonuç alamama olasılığı da vardır. Son on yıllar içinde bu alanda değişen bir şey yok. Yine de, geçmişte emperyalizme karşı her hareket, aynı tarafta olduğumuzdan yola çıkılarak önce selamlanıp, desteklenir, daha sonra gerekirse eleştirilirken, şimdiki ilk tepki önce araya mesafe koymak oluyor. Söz konusu olanlar faşizme karşı mücadele etseler bile. Karşısında mücadele verilen, etkileyici uzun bir suç listesi masaya yatırılsa bile.
Aslında bu bir kavrama sorunu değil, karar verme sorunudur. Donetsk ve Luhansk’taki gibi, olası sosyalist bir perspektif içeren devrimci bir gelişimi (ve hedef bundan başkası değildir) sevinçle karşılamak yerine reddedici ve mesafeli bir duruş sergileyen, belli ölçüde sonuçların önce temelli bir bürokratik kontrolden geçirilmesini beklemeyi tercih eden, çoktan teslim olmuş demektir. O artık tarihe birkaç ilginç dipnot düşmekle kendisini tatmin edecektir. O artık kapitalizm ötesi bir toplumdan bahsederken samimi değildir. İşte bu kararın karşısında hiçbir kanıt fayda etmez.
Ya savaş planları başarılı olsaydı ne yapardık? İçine gömülecek daha derin bir çukur mu arayacaktık kendimize? Ya bu hesaplar başka bir köşede (örneğin Baltık’ta) sürdürülürse ne yapacağız? Bitkisel beslenme üzerine tartışırken işlerin bir biçimde kendi kendisine yoluna girmesini mi umacağız?
Alman solu son aylarda müthiş bir yenilgi yaşadı. Ne var ki, kirpiyi kovalamakla öylesine meşguldü ki, bunun farkında bile olmadı.
Bu nedenle tavşan rolüne derhal son vermek gerekiyor. Savaş tehlikesi masamızın üstünden kalkmayacak. Mantıken hesaplanabilecek tek şey bir nefeslik aradır. Alman emperyalizminin böylesi planları gerçekleştirmesine engel olmak bizim görevimizdir. Bu hayvanı, sürünün alfa hayvanı mı yoksa beta hayvanı mı olduğuna bakmaksızın öldürmek bizim görevimizdir. Ya da hiç olmazsa bunun için çaba göstermek. Ve bu iş bir seferlik bildiriyle ve etkisiz gösterilerle sonlandırılamaz. Bunun için bambaşka düşüncelere gereksinim var.
Dagmar Henn
D.Henn uzun yıllar Sol Parti içerisinde çalıstı ve partisini Münich belediye senatosunda temsil etti. Reformist bir partiyle sosyalist politikanin yapılamayacagına karar vererek geçen yıl partisinden istifa etti.
- Tavşanla Kirpi: Bir La Fontaine öyküsüdür. Kirpi ile yarış iddiasına giren tavşan, hedefe vardığında kirpinin kendisinden önce oraya gelmiş olduğunu görerek şaşırır. Aslında hedefteki kirpi, iddiaya girdiği kirpinin tıpatıp benzeridir. Bunu fark etmeyen aptal tavşan birkaç kez denemesine karşın, ne kadar hızlı koşarsa koşsun yorulur ve yenilerek iddiayı kaybeder.
- Yetkilendirme Yasası (Ermgesetzt): Nazilerin, sosyal demokratların da sessiz destegiyle 1933’de çıkarttıkları bu yasaya dayanarak fasist diktatörlügün önü parlementer yoldan acildi.
- Heitmeyer:Pedagoji profesörü. Sosyallesme konusu uzmanlik alanidir.